Salak Erik Ağacı ile Kendimi Anlattım
Sibel Öztaş, Dedham, Massachusetts'de yaşıyor. Birçok şapkayı birden takıyor; Avukat, bankacı, anne, ev hanımı, yazar ama en önemlisi o kanseri yenen bir kanser savaşçısı.
Esra Öziskender'in Röportajı:
SÖ: Esra’cım öncelikle bana bu fırsatı verdiğin için çok teşekkür ederim. Seni yıllardır zevkle takip ediyor, yaptıklarını çok takdir ediyorum.
EÖ: Bilmukabele canım. Sibel’cim koronavirüsten korkuyor musun? Gündemin birinci maddesi o şu anda. Ne düşünüyorsun bu konuda?
SÖ: Evet, tabii ki koronadan korkuyorum. Korkmamak mümkün değil ama bu korkunun beni paralize etmesine izin vermiyorum. Bunu da bir çok korkumun üstesinden gelmemde bana yardimci olan, acılarla başetmemi sağlayan mizahi bakışım ve teknolojinin nimetlerinden yararlanabilmemle yapıyorum.
Azrail’in nefesini ensemde ilk hissedişim koronayla olmadı biliyorsun. Bir çok kez onunla selamlaşıp “ sonra görüşürüz” diyerek yanından uzaklaşmışlığım var. Ben ölümle burun buruna gelerek hayatın anlamını ve tadını farkedebildim yıllar önce. Korona bize sadece hayatın kıymetini değil, yaşarken bizim için asıl nelerin daha önemli olduğunu gösterdi, önceliklerimizi idrak etmemizi sağladı. Dostluğun, sohbetin, dayanışmanın, dokunmanın, insan sıcaklığının ne kadar elzem olduğunu farkettik.
Ben çığ kopmuş aşağıya inmekte olan bir dağın eteğinde bile olsam, panik yapıp kalan son anlarımı kendime zehir etmektense, çığ gelene kadar en süslü fincanımla, en lezzetli kahvemi içmeye devam etmek istiyorum. Hepimiz öleceğiz, bundan kurtuluş yok ama hiç birimiz aslında bunun tam olarak idrakinde değiliz. Korona bize ölümün aslında ne kadar yakınımızda olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlattı.
EÖ: Amerika maceran ne zaman başladı?
SÖ: Amerika maceram 1996 senesinde, platonik ve çocukluk aşkımın yaşadığı Boston’a İngilizce öğrenmek için avukatlık yaptığım bankadan 6 ay ücretsiz izin alarak gelmemle başlayıp sonrasında da 1997 yılında işimden istifa edip ardımdaki tüm köprüleri yakarak onunla evlenmek üzere ikinci kez gelişimle devam etti.
EÖ: Bir çok rol birden üstlenmiş durumdasın. Avukat, bankacı, yazar, anne, eş, ev hanımı, aktivist... Sen kendini nasıl tanımlıyorsun?
SÖ: Bu rollerin her birini değişik zamanlarda değişik yerlerde “OYNAMIŞ” bir anneyim. Evet, annelik dışında yaptığım her şeyi, tiyatro sahnesinde oynadığım rollerden biriymiş gibi görüyorum. Bir haksızlık gördüğüm anda ki bu kime yapılmış olursa olsun avukat kimliğim, yatırım ve para söz konusu olduğunda bankacı yanım, ülkemi ve tüm insanlığı ilgilendiren konularda ise aktivist tarafım şaha kalkıyor. Ev hanımlığımın şaha kalktığı anlar hemen hemen hiç yok gibi :) Şaka şaka, anne olduktan sonra kendimdeki domestik damarın da varlığını ve yerini keşfettim.
Annelik duygusu ezelden beri içimde var olan bir duygu. Oldukça anaç bir yapım var. Çocukluğumda bile böyleydi bu. Hatta ilkokul 4. Sınıf müsameresinde de Küçük Anne rolünü oynarken rolümü oldukça içselleştirdiğimi hatırlıyorum. Nerede bir çocuk görsem orada annelik duygum kabarır. Oğlumun doğumundan sonra tabii bu duygum onda daha çok yoğunlaştı ama anaçlık bende her zaman oldukça baskın ve beni belirleyen bir duygudur.
EÖ: Sibel’cim sen aynı zamanda bir “cancer survivor”, yani kanseri yenmiş insansın. Her şeyden önce çok geçmiş olsun, Allah bir daha göstermesin. Bize çok kısa, özet olarak bu serüvenini anlatır mısın?
SÖ: Çok teşekkür ederim. Tabii anlatırım Esra’cığım. 2002 senesinde bir sabah yatakta dönerken sağ göğsümün yatağa dokunmasıyla çok şiddetli bir ağrı hissettim. Ağrı o kadar şiddetliydi ki çığlık attım ve o anda bir şeylerin yolunda olmadığını anladım. Sonra o ağrıyla beraber göğsümden sıvı da gelmeye başladı. O dönem çok stresli bir dönemdi benim için. Mesleğimden, ülkemden, ailemden ve tüm sevdiklerimden uzakta, yabancı bir memlekette “gak guk” seviyesinde bir ingilizce ile sevdiği adamdan ilişkinin başında görmeye alıştığı ilgi ve sevgiyi yeniden görmeyi umutsuzca bekleyen, ondan ayrılmayı gözü ve mabadı yemeyen, geri dönmeyi de gururuna yediremeyen şaşkın, kalbi kırık genç bir kadındım. Burada çalışma iznim yoktu. Evlenmeden çocuk doğurmuştum. Hayatımın dümenini tamamen, o zamanlar çok sevdiğim adamın insafına bırakmıştım. Türkiye’de harika bir mesleğim, evim, arabam ve çok güzel bir arkadaş çevrem varken o “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” türünden sloganların ve çocukluğumdan beri izlediğim Türk Filmlerinin gazıyla kendimi hayatımın orta yerinde dili, dini, kültürü, insanı, müziği, yemekleri farklı bir ülkede, mesleğini icra edemeyen, para kazanamayan, iki kelimeyi bir araya getirip konuşamayan, söylenenleri bile tam olarak anlayamayan, sudan çıkmış bir balık gibi yapayalnız, sevgisiz, evlilik dışı doğurmuş olduğu 4 yaşındaki oğluyla, bir memesi kesilmiş ölüme teğet yaşayan Amazon bir kadın olarak buluverdim. O zamanlar bu kadar Türk yoktu Boston’da, internet yoktu ki özlediklerimle görüşüp hasret giderebileyim, derdimi anlatıp, içimi döküp rahatlayabileyim. Bullaaa, ollaaa her bi yer biraz dutluktu yani. Kabaran duygularımı paylaşabileceğim bir kaç iyi dostum da kendi hayat mücadelesini vermek zorundaydı burada hayatta kalabilmek için. İçime yolculuğumun en uzun ve çetrefillli dönemi o zamanlara tekabül eder. O zamanki anlayışımla Allah’ın adaleti, kendi hatalarım, hayattan ve sevdiklerimden beklentilerim ve duymuş olduğum tüm hayal kırıklıklarının her biri birer cam kesiğiydi kalbimde. İşte o dönem tutmaya başladım günlüğüm ve bu günlükte yazdıklarımla oluştu kitabım Salak Erik Ağacı.
EÖ : Kanseri yenmendeki en önemli faktör neydi?
SÖ: Dualar, oğlum ve Cem Yılmaz. Duanın gücüne inanırım. Duayla Allah’ın bize vermiş olduğu cüz'i yaratma enerjisini kullanarak dileklerimizi gerçekleştirebildiğimizi düşünüyorum. Tabii el yordamıyla bulduğum ilaç ve reçetelerle mümkün olduğunca stresten uzaklaşmaya gayret ettim. Bu dönemde duygularımı, elimde bir kontrol cihazı varmış gibi shift etme konusunda ustalaştım. Kanserin ve diğer birçok hastalıkların en önde gelen sebeplerinden birinin stres olduğu su götürmez bir gerçek. Bu yüzden hayatım çok stresli olmasına rağmen bununla başetme konusunda o zamanlar uzmanlaştığım söylenebilir. İşte burada Cem Yılmaz en büyük ilacımdı. Şükür teknolojinin nimetleri sayesinde Cem Yılmaz’ı hep odamda alıkoydum ve sürekli güldüm. Hatta o sıralarda 5 yaşında olan oğlum bana ‘Mommy sen babamdan ayrıl Cem Yılmaz’la evlen o seni hep güldürüyor” demişti :) Ben de “sakal bırakırsa düşünürüm” diyerek yine Cem Yılmaz’dan çaldığım espriyle kendimi çok güldürmüştüm. Biraz cevabı uzatacak ama kadınlar tarafından o dönemde en seksi erkeklerden biri olarak seçildikten sonra yapılan bir ankette kadınların Cem Yılmaz’ı sakallı tercih ettikleri neticesine varılmış. Magazin programlarının birinde muhabirin teki Cem Yılmaz’ a bir mekandan çıkarken mikrofonu uzatıp “Cem Bey, Cem Bey kadınlar sizi sakallı tercih ediyorlarmış, bu konuda ne düşünüyorsunuz?” diye sorunca o da her zamanki zekasıyla “Cem Yılmaz’ı bulmuşlar da kıllısını mı arıyorlar?” diyerek beni bir kez daha zekası ve hazır
cevaplığıyla büyülemişti. Ben tabii o zamanlar beş yaşında ve Türkçe deyimlerden bihaber olan oğluma bunu izah edemeyecek olduğum için kendi kendime çok gülmüştüm.
Yıllar sonra Cem Yılmaz Boston’a geldi, ben çok büyük bir heyecanla en önden biletimi aldım, hatta onun bilet satışlarında da çok aktif bir şekilde çalıştım. Onu yıllarca hiç bir ücret ödemeden youtube’dan seyrettiğim için bana çok hakkının geçtiğini biliyordum. Ona olan borcumu biraz olsun ödeyebilmek için onun posterlerini okullara ve teenager genç kızlar gibi odamın duvarlarına astım. Hatta arabamda yan koltuğa koyduğum posterine sarılarak poz verdiğim resmi Facebook’ta paylaşarak “attım arabaya Cem’i Boston’da gezdiriyorum” diye yazmıştım. Bu postumdan dolayi Cem Yılmaz’ı benim kankam zanneden bir arkadaşım bana özelden yazdığı mesajla benden kendisini Cem Yılmaz’la tanıştırmamı rica etmişti. Ah çekip “ kendisi himmete muhtaç bir dede, kaldı ki gayrısına himmet ede” diye geçirmiştim içimden.
Cem Yılmaz sahneye çıktığında bana bir kaç kere laf attı tatlı tatlı. Benim hazır cevaplığımı ve Cem Yılmaz’a hayranlığımı bilenler ”hadi Sibel konuş” filan dediler ama gıkımı çıkaramadım, dilim lal oldu. Sadece kitabımı hediye ettim kendisine, duygularımı ilk sayfasına yazarak. O da en son çıkarken “Sibel Öztaş kardeşimiz kitap yazmış, Salak Erik Ağacı, alın okuyun” diyerek kitabımı kaldırıp herkese gösterdi ama ben heyecandan onu dahi filme çekmeyi akıl edemedim Cem Yılmaz’ı hayranlık ve mahçubiyetle izlerken.
Tabii kemoterapi aldığım ve duygularımın en yoğun olduğu dönemde günlük tutmak ve sonra bunu kitaplaştırmak da eminim çok büyük rol oynadı kanseri yenmemde. İçimdeki acılar kalemle kağıda akıp kitapta nesnelleşti ve ben o acılara egemen olabildim. Şimdi bütün o canımı yakan olaylarla arama mesafe koydum bu kitapla ve onları rafa kaldırdım. Acılarımı kalbimde değil kitaplığımda taşıyorum artık.
Söyleşimiz ikinci bölüm ile çok yakında devam edecek...